İzmir Tabip Odasının 14 Mart Tıp Haftası etkinlikleri arasında, 10 mart 2021 Çarşamba günü, Dr. Süleyman kaynak “ Küreselleşmenin Gölgesinde Hekimlik: Dünyada ve Türkiye’de Hekimlik Nereye Gidiyor “ başlıklı bir konferans verdi.
Konferansın açılış konuşmasını İzmir Tabip Odası Başkanı Dr. Lütfi Çamlı yaptı. Çamlı, 14 Mart Tıp Haftası Etkinlikleri konusunda bilgi verdi. Sunumunu yapmak üzere sözü Prof.Dr. Süleyman Kaynak'a bıraktı.
Bu sunumda, önce pandemi sürecinde hayatını kaybeden meslektaşlarımızın anısına saygı ile sunum başladı.
Biz kimiz başlığı altında, bir tığ eğitiminin hangi aşamalardan geçtiği anlatıldı. Hala tıp fakültelerinin en sık tercih edilen ve en yüksek puanlarla öğrenci alan fakülteler olduğu belirtildi. Bu süreçte, aslında temel eğitim ve mecburi hizmetlerin yapılması ile yaklaşık 35 yaşına kadar örgün bir eğitimden geçilmekte olduğundan söz edildi.
İyileştirilmiş sağlık politikalarının önemine dikkat çekildi ve bu politikaların ana unsurunun her zaman ve her şartta iyi yetişmiş ve donanımlı hekimler olduğu anlatıldı. Burada sağlık hizmetinin giderek elektronik etkilenme altında kalan ve, bir kamu hizmeti olarak devlet organlarının ciddi insiyatif ve finansal desteği ile sunulan bir hizmet olduğu vurgulandı. Ancak 2030 yılında 630 milyar dolarlık bir hacme ulaşacak olan sağlık endüstrisinin içinde hekimin konumunun sürekli değişime uğradığı belirtildi.
Tıp eğitiminde Türkiye son 15 yıl içinde hızlı bir değişime uğramıştır. Buna göre, şu anda 124 adet tıp fakültesi öğrenci almaktadır ve yıllık kontenjan 16.448 ‘dir. Bu 124 tıp fakültesinden 2/3 ‘lük bir kısmının akreditasyonu ve eğitim standardı yoktur ve bunların önemli bir kısmı son 10 yılda açılmış ve öğretim üyesi yetersiz kurumlardır. Tıp fakültesi sayısı olarak, Çin, Hindistan, Amerika ve Brezilya sonrasında Türkiye gelmektedir ve tıp fakültesi başına düşen nüfus olarak ise Brezilya ile birlikte dünyada en düşük sayı olan 650.000 kişilik bir düzeye sahibiz. Bu Türkiye’nin tıp eğitimi açısından yakın gelecekte önemli sorunlar, kalite problemleri ve hekim enflasyonu ile işsizlik oluşacağının habercisidir.
Türkiye’den 2019 yılında 1047 hekim yurtdışına gitmiştir ki bu ortalama kontenjanlara bakarak 9 tıp fakültesi öğrencisine eş değerdedir. Yani Türkiye dışarıya hekim yetiştirmek için 9 adet tıp fakültesi işletmektedir anlamına gelen bir durum vardır.
2017 yılı itibarı ile OECD ülkelerindeki hekimlerin %27’si başka ülke doğumludur ve bunlardan %16’lık kesimi hekim olduktan sonra ülke değiştirmiştir. 2022 de, OECD ülkelerinde çalışan hekimlerin beşte biri farklı ülkeden gelmiş hekimlerden oluşacaktır.
Bu konuda, İngilizcenin tıp diline hakim olması ile nedeni ile İngiltere ve ABD avantajlı durumdadır ve ABD’de çalışan hekimlerin %42’si İngiltere’de ise %13 ‘ü dış kaynaklı hekimlerdir. Bunlardan sonra ise Almanya gelmektedir. Hekim göçü, bazı batı ülkelerinde tıp eğitimine ilişkin politikaları değiştirmiştir.
Buna göre, İsveç, Norveç, Avusturya, Hollanda, Almanya ve Fransa başta olmak üzere, tıp eğitimi kontenjanları kısılmaya ve daha az hekim eğitme yoluna doğru bir eğilim ortaya çıkmış ve az ama kaliteli hekim politikası benimsenmiştir. Aslında bunun en önemli nedeni, tıp eğitiminin çok pahalı ve maliyetli olması ve eğitilmiş hekimlerin dışardan alınmasının çok daha ucuz olacağı hesabının yapılmasıdır. Örneğin bir çalışmada bir hekime yapılan eğitim maliyetinin İngiltere’de 6 milton tl olduğu hesap edilmiştir. Avrupa ülkeleri içinde İngiltere, 1997-2016 arasında 25.000 dolayında hekim almıştır. Bu dönemde en çok hekim veren ülke ise 10.000 e yakın rakam ile Romanyadır. Dolayısı ile bu dönemde Avrupaya dışardan ve kendi içinde farklı ülkeler arasında 72.000’den fazla hekim göçü olmuştur. Bunun en önemli nedeni ücret politikaları ve çalışma koşullarıdır. Eşit özellik ve kıdemdeki bir uzman hekim, değişik Avrupa ülkelerinde Türkiyede’kine oranla 10 – 18 defa daha yüksek gelir temin etmektedir.
Hekimin çağımızda bilgi ve deneyim özellikleri de değişmektedir. Zira 1950 yılında tıp alanındaki bilgi katlanması 50 yıl olarak hesaplanırken günümüzde bu katlanma süresi 2.5 aya düşmüş görünmektedir. Bu hekimlerin bilgi akışıyla başa çıkmasında zorluklar yaratmaktadır. Üstelik tüm bilginin kanıt piramidine uygun olarak üretilmesi de önemlidir ve kanıta dayalı tıp dışına çıkılmasında, hekimi bekleyen ciddi sorunlar vardır. Zira çok yoğun yeni bilgi üretilmesi, akış şemaları yaratılmasını, bu akış şemalarının örneğin FDA gibi otoritelerce onaylanması ve bunlara hekimlerin harfiyen uyması istenmektedir. Bu durum hekimlerin hekimlik yapma özgürlüklerinde sınırlanmaya, insiyatif ve bilgi beceri kullanım tercihlerinde sınırlanmaya ve elbette, zaman içerisinde, band işçisine benzer süreçlerin içine doğru çekilmeleri ile sonuçlanmaktadır. Bunun yanısıra, hekimlerden beklenti sadece tıp alanında değil aynı zamanda, araştırma, geliştirme, ekip çalışması, iletişim becerileri, kriz yönetimi, kritik değerlendirme başarıları gibi çok değişik alanlarda da yüksek bir düzeydedir. Bu ise hekimlerde temel olarak “ başa çıkma “ sorunu yaratabilmektedir.
Bu akış şemalarının dışına çıkılması halinde “malpraktis “ meselesi ve çok orantısız cezalandırmalar ve tazminat miktarları ortaya çıkabilmekte bu ağır adaletsizlik te hekimlerin kaygı katsayısını artırmaktadır.
Hekimlerin, bu başaçıkma sorunlarının bir başka boyutu da, hasta talepleri ve aslında “hasta merkezli” tıp anlayışının yaygınlaşmasıdır. Zira kamu otoritesi, hasta memnuniyetini ön plana çıkararak organizasyona gittiği taktirde, hasta beklentileri, kişilik karakteristikleri ve davranış kalıpları değişim göstermektedir. Sağlık sistemi sayısallaştırılmıştır ve 160.000 dolayındaki hekimin çok ağır çalışma yükü altına girmesine yol açılmıştır. Zira yılda bir milyardan fazla hasta bakılması, bununda %10’dan fazlasının sadece acil servilerde bakılması ya da, her bir vatandaşın, yaklaşık olarak her ay bir defa sağlık sistemi ile temasa geçmiş olması önemli bir talep kışkırtılması olduğunu anlatmaktadır. Bu sayı son 10 yılda üç kat artmış görünmektedir ve aynız amanda fazla ilaç, fazla tetkik, fazla ameliyat vb. gibi bir yanı ile aktif ya da pozitif defansif hekimlik denilen yöne doğru kayış olmuştur. Bir yandan da, hastayı uzaklaştırmak ve tedavisinin başka yerlerde olacağını, ya da hastaya el atmaktan uzak duran pasif ya da negatif defansif hekimliğin geliştirildiği görülmektedir. Örneğin Türkiye, Avrupada en çok MR çekilen ülkedir.
Tüm bu hasta odaklı diye takdime edilen sistemde de hasta memnuniyeti, %70’lerde çıkmaktadır. Bu memnuniyet oranı, aslında ortalama 4000-5000 dolar bandında kişi başı sağlık harcaması yapan ülkelerde zor elde edilirken, biz bunu 940 dolar yatırımla yapmış görünmekteyiz. Bu orantısızlığı bir tek izahı vardır, bu da Türkiye’de çok iyi yetişmiş olan sağlık alanındaki insan gücünün, ağır çalışma koşulları altında fedakarlıkla ürettiği olağanüstü verimli ve adeta tükenircesine çalışmasıdır. Zira hekimlerin memnuniyet oranı sadece %6’dır. Ortada çok aşikar bir sağlık emekçisi sömürüsü vardır. Bu sadece özel değil kamu sektöründe de çok aşikardır.
Birleşik Amerikada, 65 yaşına gelmiş olan hekimlerin, riskli branşlarda %99,daha az riskli alanlarda ise %75 oranında hayatlarında enaz bir defa malpraktis davaları ile suçlandıkları belirtilmektedir. Türkiye’de de bu sayı her geçen yıl artmaktadır ve hekimlerin kusurluluk oranları %7-30 arasında değişmektedir. Ensık şikayet Kadın Doğum ce Carrahi dallarındadır. En sık şikayet konusu ise yeterince zaman ayrılmadığı ve bakımın iyi yapılmadığı yönündedir. Buna karşılık Sağlık Bakanlığı elektronik randevu sisteminde (MHRS) 10 dakika aralıkla hasta randevusunu devam ettirmekte ve bir o kadar da istisnai öncelik taşıyan hastaları da koyduğunuzda, ortalama beş dakikada bir hasta bakımı zorunl u hale getirilmiş görünmektedir ve bu durum hekimlerin hata payını artırmakta ve kaygıya bağlı olarak aktif ya da pasif defansif hekimliğe yöneltici etki yapmaktadır. Defansif hekimliğin maliyeti Birleşik Amerikada sağlık bütçesinin %20’sine kadar genişleyen bir ek masraf yaratmaktadır.
Bunun bir başka sonucu ise “hekimlerde ve sağlık personelinde tükenme sendromudur”. Hekimler baştan, bu sorunu idealizme uyan davranışlarla aşmaya çalışırken, bir süre sonra apati ve depresyona giden sorunlarla yavaşlamakta ve kendi içlerine dönmektedirler. Buna tükenmişlik sendromu denilmektedir ve çoğu kez günlük hayatta fark edilmemektedir.
Birleşik Amerikada her yıl yaklaşık 400 dolayında hekim intihar etmektedir ve bu Amerikanın en önemli sorunlarından birisidir. Zira retrospektif bakıldığında, intiharların en sık nedenleri arasında, ayrımcılık, izole etme, mobbing, başedememe ve malpraktis kaygıları ile band işçilerinde görülen yabancılaşma sorunlarıdır. Bu ise uygkusuzluk, motivasyon kaybı, yorgunluk, bitkinlik vb. gibi belirtilerle seyreden depresyonda geçen bir süreçtir ve kadınlarda yaklaşık 3-4 kat daha fazla görünmektedir. Zira tükenmişlik sendromu ve iş yoğunluğu, tıbbi hatalara yolaçmaktadır. Yine Birleşik Amerikada, Tıbbi hatalara bağlı ölümlerin kanser ve kalp hastalıkları sonrasında 3. Sırada olduğu ileri sürülmektedir. Bu durum, hekimlerin tercihlerinde rol oynamaktadır ve son yıllarda riskli branşlar örneğin beyin cerrahisi, kalp cerrahisi, kadın doğum vb. cerrahi dalların seçilmesinde ciddi bir azalma olmuş, dermatoloji radyasyon onkolojisi gibi bazı branşlar öne çıkmış görünmektedir.
Bütün bunların yanısıra, “sağlık alanındaki şiddet “çok can yakıcı bir tablodur ve bu hususta toplumda adeta bir alt kültür oluşmuş görünmektedir. Bunda günde 40 dolayında adli makamlara düşen fiziksel ya da sözel şiddet olaylarının artışında toplumun bu yönde beslenmesinin payı büyüktür. Zira gelir adaletsizliği, yoksulluk ve eğitimsizlik şiddet gelişimindeki en temek unsurladır ve Türkiye bunun önemli beslenme alanlarından birisidir. Türkiye’de her üç kişiden ikisi asgari ücret dolaylarında bir gelirle yaşamaya çalışmaktadır ve eğitim düzeyinde hızlı bir olumsuz değişim görünmektedir. Bu zeminde, ahlakın önemsenmemesi, adaletin gerçekleşmesindeki yetersizlikler, rolmodellerin olumsuz örnekler oluşturmaları ve siyasetçilerin adeta, sağlık sistemini “zor” ile yani vatandaşa devredilen zımni bir zorlama yetkisi ile çalıştırmayı hedeflemeleri, sağlıkta şiddeti artırmaktadır. Diper alanlara göre sağlıkta şiddet en az 16 defa daha sıktır.
Sağlık sisteminde talep kışkırtılması ve hastanelerin yoğunluğu ve talep patlaması ile, sistem baş edememekte ama, hasta karşısında uzanabileceği muhatap olarak önce doktoru ve daha sonra da diğer sağlık personelini bulmaktadır. Vatandaş şikayete yönlendirilmiş ve muhbirleştirilmiş, aynı zamanda da herşeyi zor kullanarak yapabileceği duygusu impoze edilmiştir.
Sağlık alanında şiddeti önleyici yasalar çok yetersizdir ve bu konuda yarıntılı bir çalışma yapılması zorunludur. Sağlıkta şiddet konusunda hekimler yalnız bırakılmışlardır ve hekimleri bu alanda destekleyip dayanışmayı sağlayan, özellikle pandemi dönemindeki dürüst ve gerçek bilgi kaynağı olarak prestiji ve güvenilirlikleri çok artmış olan hekim örgütleri, TTB ve Tabip Odaları da, kamu yöneticileri tarafından kapatılma tehditi ve düşmanlaştırma ve itibarsızlaştırma kampanyalarına maruz bırakılmışlardır. Bu nedenle tüm hekimlerin, kendilerini zor günde yalnız bırakmayan hekim örgütlerini, üye olarak ve destekleyerek yalnız bırakmamaları, tüm bu süreçlerde çok önemlidir.
Konferansın sonunda İzmir Tabip Odası Başkanı Dr. Lütfi Çamlı, Prof.Dr. Süleyman Kaynak'a konferanstan dolayı teşekkür etti.