Değerli meslektaşımızı oğlu Deniz Berktay'ın satırlarıyla anıyoruz.
BABAM ALPARSLAN BERKTAY
Cumhuriyet okurlarının yıllarca yazılarından tanıdıkları insan hakları ve tam bağımsız Türkiye savunucusu, ödünsüz Cumhuriyet aydını, benim babam, başöğretmenim, hayattaki en büyük mutluluk kaynağım, yaşadığı sürece kendimi her an uyanmaktan korktuğum bir rüyada hissettiğim insan, Dr. Alparslan Berktay, 29 Ağustos Çarşamba gecesi, bedenen aramızdan ayrıldı
(Hayatı hakkında bkz. Erol Köktürk, İnsan Kazanacaktır – Dr. Alparslan Berktay’ın Kitabı, Şubat 2012). Babamla İzmir’de son üç aylık dönemi dolu dolu geçirdiğim, ona sevgi ve hayranlığımı hemen her konuşmamızda dile getirdiğim ve babamın hayatından memnun ve gelecekten umutlu olarak gözlerini yumduğunu bildiğim için kendimi toparladım sanıyorum. Fakat, hâlâ duruma alışamadığımın farkındayım (hâlâ, gülünç bir olayla karşılaştığımda, ilk saniyelerde “babam akşam bunu duyunca çok gülecek”, diye düşünüyor, ancak ilerleyen saniyelerde gerçeği hatırlıyorum).
İzmir’den uzaklaştığımda yeni duygusal patlamalarla karşılaşacağımı, ona özlemimin artacağını, onun resimleriyle konuşmaya başlayacağımı hissediyorum. Yurtdışındaki oğluyla yazışabilmek için 80’inden sonra bilgisayar kullanmayı öğrenen babamın e-maillerini göremeyeceğim sabahları internete girdiğimde. Ben televizyonda konuşma yaptıktan on beş dakika sonra babam beni arayıp “ah benim ukala oğlum”,demeyecek.
Sevinçlerimi onunla paylaşmaya alıştığımdan, artık her mutluluğumun içinde bir hüznün olacağını da biliyorum. O nedenle bugünler, onu anlatabilmem için belki de en uygun zaman. Alparslan Berktay, 1924 yılında, Giritli bir ailenin çocuğu olarak, İzmir’de doğdu. Babası Halil Namık Berktay, 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Muharebesi’nde, komutanları şehit düştükten sonra, Boğaz’ın en kilit noktasındaki Dardanos Bataryası’nın komutasını üstlenmişti. İşgal yılları İzmiri’nde Yunanlılara karşı istihbarat çalışması yürütürken yakalanarak idama mahkûm edilmiş, fakat infazdan bir gün önce kaçıp kurtulmuş, zaferden sonra ise üst düzey bir bürokrat olarak, ailesiyle birlikte Anadolu’yu dolaşmış ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecine katkıda bulunmuştu. Ülkeye ve insanlığa hizmet mevhumunu ve Atatük ilkelerine bağlılığı dedem babama, babam da bana aşılayacaktı. (Babamla ben, birbirimizden uzak yaşadığımız yıllarda da, hem milli bayramlarda, hem de 18 Mart’ta birbirimizi tebrik ederdik.
Dardanos Bataryası’ndan söz eden bir kaynak bulup babama söylediğimde babam “Deniz! Ne diyorsun!” diyerek heyecanlanır, ben de ona, muharebeyi anlatan satırları keyifle okurken, babamın telefonun öbür ucunda çocuklar gibi sevindiğini hissederdim. Babam için Çanakkale Zaferi, “Garb’ın afakını saran çelik zırhlı duvar”a karşı salt insanın zaferiydi ve bunda kendi babasının da payının olmasının haklı gururunu duyuyordu.
Babam, Tıbbiye’den mezun olduktan sonra, köyleri dolaşıp ücretsiz hasta bakarak ve kendisini toplumsal mücadeleye vererek geçirdi bütün gençlik yıllarını. Ne 12 Mart zindanları, ne 12 Eylül, ne de hayatı boyu süren polis takibatları, babamı tuttuğu yoldan döndüremedi. Öte yandan, kendisine en büyük kötülükleri edenlere bile kin gütmeyen, ben onlardan “geberdiler” diye söz ettiğimde bana kızan bir insanlık abidesiydi babam.
İlk gençlik yıllarımda, birilerine kin güttüğüm anlarda uzaktan babamı görmek, onun içindeki ruhsal zenginliğin yüzüne nasıl yansıdığına tanık olmak, bana, içinde bulunduğum sığlığı duyumsatırdı. Benim, 12 Eylül sonrasında yetişmemin etkisi ve babama muhalefet etme güdüsüyle muhafazakâr-sağ çizgiyi benimsediğim ergenlik yıllarımda babam bana“Hayatta hiçbir şeyi, hatta benim söylediklerimi bile körü körüne kabul etme. Devamlı şüphe et. Eğer sen bana bir gün ‘Baba, ben şu çizgiyi benimsedim’ diyecek olursan ben sana sadece ‘İyice düşündün mü’ diye soracağım”, derdi. Ve sonunda, bir akşam satranç oynarken, benim yaptığım propagandaya bir tek soruyla karşılık vermiş ve onun bana sorduğu soru, benim o zamana kadarki düşünce sistemimi bir gecede tuzla buz edivermişti. Dünya görüşü ile hayat tarzı uyumlu olan babam, Türkiye’nin mevcut darboğazdan çıkacağına olan inancını hiç yitirmedi.
Geçen yılki seçimlerden sonra, babamdan endişe ederek onu teskin etme amacıyla Kiev’den İzmir’i arayıp “Merak etme, bugünler geçecek”dediğimde babam bana büyük bir coşkuyla “ona ne şüphe!” demiş ve beni kendi karamsarlığımdan utandırmıştı. Türkiye’nin ve dünyanın güzel günler göreceğini ve oğlunun da kendisini izleyeceğini bilerek yumdu gözlerini. O nedenle, şimdi net olarak görüyorum ki, belli idealleri olan, bunlara inanan ve yüzü ileriye dönük olarak nihai zaferden emin olanlar, bedenen aramızdan ayrılsalar bile daima yaşarlar. (Deniz Berktay/Cumhuriyet)