Prof.Dr.Erdener Özer
Öğretim Üyesi
Cumhuriyet
Bilim ve Teknoloji Dergisi
10 Şubat 2012 Sayı: 1299 s.19
Bu ülkenin herhangi bir üniversite hastanesinden birinde çalışan bir öğretim üyesi olarak, geçen yılın başından bu yana performansa dayalı ek ödeme denen illeti çekmek zorundayız. Sağlık Bakanlığı bu konudaki otoriter yaklaşımı üzerinde vazife sayarak,Yüksek Öğretim Kurumu(YÖK)’nu bir kenara iterek, her açıdan akademik çalışma yaşamımıza müdahale ediyor. Üstelik kimi zaman bu performans olayını bir havuç olarak kamuoyuna lanse ediyor, kimi zaman ise bize bir sopa olarak gösteriyor. Biz çaresiz öğretim üyeleri de, aslında ne sadece havuç, ne de sadece sopa, bir sopanın ucundaki havucun peşinde koşuyor duyuyoruz.
Öğretim üyeleri olarak; hekimliğin itibarsızlaştırıldığı, bilim adamı olmanın değersizleştirildiği bir akademik dünyada, kendi akvaryumlarımızda küçük dünyamızı bir okyanus sanıyoruz. Akademik mahalle baskısının ve paronoyaların iliklerimize işlediği rektörlük seçimi (!) süreçleri arasında, aklın tutulduğu, ilkelerin ve liyakatın çiğnendiği olaylara tanıklık ediyoruz, işin acısı seyirci kalıyoruz.
Toplumun önüne geçmesi gereken bu kitle, seçkin olma saplantısını bir kenara bırakarak, yüzünü topluma dönmek zorunda. Aydın bir insan olma gereği olarak; korkmadan, boyun eğmeden, karanlığa direnmek zorunda. Bu bütün fotoğrafın bir karesinde, tüm asli görevlerini örseleyen performansa bağlı gelir elde etme tuzağına düşmemek zorunda.
Performans “işbaşarım” olarak tanımlandığında, kulağa ne kadar da hoş geliyor. Gerçek böyle mi? Hekimlerin önce Sağlık Bakanlığı hastanelerinde, daha sonra üniversite hastanelerinde önüne konan bu uygulamanın temel amacının, güvencesiz ücret ve sağlık hizmetinde tüketimi arttırmak olduğunu görmek gerekiyor.
Emeklilik maaşlarına yansımayan bu performansa dayalı ek gelir dağıtımında, 18 Şubat 2011 tarihinde yayınlanan yönetmelik ile, üniversite hastanelerinde Sağlık Bakanlığı hastanelerindeki uygulamaya çok benzer bir hesaplama devreye girdi. Bu hesap işinde ilk önce kurumsal katkı, eğitim-öğretim faaliyetleri ve gelir getirici faaliyet katsayıları ile tanıştık. Kurumsal katkı üzerinden daha fazla gelir almak için, daha üst düzeyde yönetici olmak, daha az izin kullanmak gerekiyor. Eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunmak ise gelir getirmek açıdan değersiz kalıyor. Asıl acı olan, yıllar süresince elde edilebilen mesleki bilgi ve becerimizin bir değeri olmadığını görmemiz. Üzerimizdeki baskı, şiddet ve yılgınlık nedeniyle “defansif tıp” denen “sağlamcı” yaklaşıma mecbur kalıyoruz.
Yeni yılla birlikte ise karşımıza bilimsel faaliyet puanı çıktı. Ek gelir elde etmek için harıl harıl bilimsel puan hesaplamak zorundayız. Saygın bir dergide bir makale yayınlarsan 1000 puanı paylaşıyorsun. Uluslararası bir konferansta konuşma yaparsan 30 puan topluyorsun. İşin ilginci Nobel tıp ödülünü unutmamış Sağlık Bakanlığı, puanı 1000. Merak edenler için söyleyelim: 1 puanın karşılığı yaklaşık 14 kuruş. Yani Nobel tıp ödülünü almış bir öğretim üyesi olarak, kurumsal katkının takdir edilen karşılığı 140 TL. Ne güzel (!). Bu durum sözün bittiğe yer ise de, sözün özü; anlaşılan bu ülkede, bir bilim adamı olarak uluslararası patent almanın karşılığı 56 lira, Nobel ödülü almanın karşılığı 140 lira, şakşakçılığın karşılığı ise paha biçilemez.